
Mehmet Efendi, on yıldır kasabada oturuyordu. Köydeki tarlaları, bahçeleri ortak elinde kalmıştı. Dostu Müftü Hacı Efendi ile dertleşirken :
Hepsini yanmış, kül olmuş sayıyorum. Artık dünyada bir tane olsun doğru adam yok. Dedi.
Erdemin varlığına dini gibi inanan Müftü :
Var ama, sen bulamıyorsun.diye başını salladı.
Mehmet Efendi taştı :
Yok, yok, yok ! Vallahi, billahi yok ! Herkes yalancı, herkes dolandırıcı. Denemediğim ne hısmım kaldı, ne akrabam. Kardeşim bile beni aldattı.
Öyleyse git, malının başında otur.
Doğru söylüyorsun. Gemin oldu, kıçında… Çiftin oldu, içinde…Ne yapayım ki, buradaki işlerimi bırakamıyorum.
Köydekilerini sat.
Birlik olmuşlar. Kimse almıyor.
…
Müftü Efendi, dünyada doğruluğun, erdemin hala var olduğunu biliyordu. Ama nasıl kanıtlamalıydı ? Mehmet Efendi gibi, kötülerin hilesine tutulanlar, inanışlarını da bozuyorlardı. Gel zaman, git zaman bir gün gelecekti ki, artık kimse kimseye inanmaz olacaktı.
Benim tanıdığım bir çoban var. Çok doğrudur,dedi.
Çoban mı ?
Evet…
Mehmet Efendi, yarasının üzerine yeni bir yara açılmış gibi, suratını acı acı ekşitti :
Hele o çobanlar ! diye derin derin bir ah çekti. Bin beş yüz koyunumdan sonunda elli tane bıraktılar.
Pekala, bu elli koyunu benim söylediğim doğru adama ver. Yüz yapsın
…
Mehmet Efendi güldü :
Şaka etme !
Doğru söylüyorum.
Müftü, tanıdığı çobanı anlatmağa başladı. Bu dünyada yalan nedir bilmez bir adamdı. Çok saftı, dervişti. Ömrünü dağlarda, otlaklarda geçirirdi.
Beş vaktine beş daha katardı.
Müftü övdükçe, Mehmet Efendi yumuşadı :
Hiç değilse şu benim koyunları ona versek… dedi.
Ertesi gün yaylaya haber gönderdiler. Çobanı kasabaya çağırttılar.
Mehmet Efendi, müftünün yanında onunla anlaştı. Elli koyunu bu çoban gezdirecek, elli koyunun getirdiği kazançtan beşte biri kendinin olacaktı. Koyunlar köyden getirildi… Bu küçük sürü ile çoban çıktı, gitti. Günler, haftalar, aylar geçiyordu. Mehmet Efendi, müftüye rast geldikçe :
Bu çoban doğru çıkarsa, köydeki bütün işlerimi ona bırakacağım.diyordu.
Göreceksin, göreceksin !
İnşallah…
Bir yıl sonra, bir Cuma sabahı Mehmet Efendi evinin alt katındaki odada otururken Doğru Çoban ı karşısında gördü. Elinde büyük bir toprak kapla, ıslak bir post vardı. Bunları selam vermeden sedirin yanındaki pencerenin içine bıraktı.
Hoş geldin !
Hoş bulduk !
Otur bakalım…
Eyvallah !
Koyunlardan ne haber ? Doğurmadılar mı ?
Çoban : Hepsi kısırmış. dedi.
Hiç biri doğurmadı mı ?
Hayır.
Yünleri ne yaptın ?
Daha kırpmamıştım.
Mehmet Efendi anlamadı :
Ne demek…?
On iki tanesini çaldılar
Eee…
Geriye ne kaldı ?
Otuz sekiz.
Otuz ikisi geçen sonbahar kelebek oldu,öldüler.
Eee…
Geriye ne kaldı ?
Altı.
Beşini kurt yedi…
…
Geriye ne kaldı ? Bir.
İşte bu bir koyuna da gözüm gibi bakıyordum. Önceki akşam sağdım. Sütüyle şu yoğurdu yaptım. Dün sabah yayladan inerken zavallı uçuruma yuvarlandı. İndim, başına gittim, bir de gördüm ki, ölmüş. Daha soğumadan yüzdüm. İşte postu.
Çoban eliyle pencerenin yanındaki ıslak deriyi gösteriyordu. Mehmet Efendi, kır sakalını sol eliyletuttu. Önce kızardı, sonra sarardı. Çoban susmuyordu :
Yoğurt iki buçuk okka… Yarım okkası benim. Derideki hakkımı size bağışlıyorum.
Mehmet Efendi hiç sesini çıkarmadı. Ayağa kalktı. Yoğurt kabını aldı.., yavaş yavaş Doğru Çobanın önüne geldi. Dolu kabı bütün gücüyle kafasına geçirdi.
Al hakkını kerata !diye yumruklamağa başladı. Tekmeleye tekmeleye, kapıdan dışarı attı.
Bu sırada Müftü Efendi dostunu ziyarete gelmişti. Kapıda çobanı, suratı yoğurt içinde görünce şaşırdı, sordu :
Ulan, bu ne hal ?
Saf çoban, uğradığı haksızlıktan şaşırmış gibiydi. Ama yine mantığını yitirmemişti. Acıyla başa kakar gibi :
– Ne olacak Efendim ? dedi. Hesabını doğru veren, işte böyle yüzünün akıyla dışarı çıkar.
Ömer SEYFETTİN
İlk yorum yapan olun