
Yunan mitolojisinde Dionysos şarabın, eğlencenin ve neşenin tanrısıdır. Gittiği her yerde kendisini seven, şaraptan ve verdiği keyiften hoşlanan insanlar, periler, satirler peşine takılıyor ve yolculuklarında ona eşlik ediyorlardı. Dionysos da Bakkhant adı verilen, çoğu kadınlardan oluşan bu dostlarıyla şarap içerek, eğlenerek, gülerek, neşeyle yol alıyor, uğradığı her yerde insanlara üzüm yetiştirmeyi, bağcılık yapmayı şarap elde etmenini yollarını öğretiyordu. Şöhreti gittikçe artıyor, dinine inanan insanların sayısı kabarıyordu. Böylece günün birinde yolu Lidya’ya düştü. Burada meşhur Sardes şehri yakınlarında , Tmolos adı verilen ulu bir dağ vardı. Dionysos’un alayı her zamanki gibi neşeliydi. Ağaç perileri, dağ perileri, orman perileri saçlarını çiçeklerle süslemiş, tanrının yanı başında yürüyorlardı. Flütlerinde neşeli oyun havaları üfleyen satirler, hoplaya zıplaya arkadan geliyorlardı. Sürekli bir sarhoşluk durumunda oldukları için, alay pek hızlı ilerleyemiyordu. Ancak gene de tanrının dostlarından biri, Silenos isminde yaşlı bir satir şarabı çok fazla kaçırdığı için bir çeşme başında sızıp kalmış, diğerlerine yetişememişti.
Sabah olduğunda su almak için çeşme başına giden köylüler, suyun içinde efsanevi bir yaratığın horul horul uyuduğunu görünce çok şaşırdılar. Hemen Dyonisos’un yoldaşlarından biri olduğunu anlayıp Kral Midas’ın huzuruna çıkarmaya karar verdiler… Böylece yaşlı satiri uyandırıp, başına da çiçeklerden örülmüş bir taç koyup, sonra da Kral Midas’ın huzuruna çıkardılar. Midas bu yaşlı sarhoşu görür görmez tanımıştı.
“Tamam, bu Dionysos’un adamlarından biri!” diye fısıldadı yanındaki adamının kulağına. “Onu buraya getirmekle akıllılık etmişler! Köylülerin eline bir kaç altın tutuştur ve geldikleri yere gönder.” Sonra da Silenos’a döndü: “Hoş geldin, ey yüce tanrı Dionysos’un yoldaşı! Seni sarayımda misafir etmek istiyorum. Ye, iç keyfine bak! Sonra seni dostlarının yanına götürürüz!”
Aradan tam on gün geçtikten sonra Kral Midas vezirlerini ve danışmanlarını etrafına topladı. “Şu sefil ihtiyarı tam on gündür bir tanrı gibi ağırlıyoruz. O kadar şişmanladı ki neredeyse göbeği çatlayacak. Bir an önce onu Dionysos’a götürelim. Yoksa korkarım hazinemizde bir tek altın bile kalmayacak!”
Bunun üzerine Sardes’te büyük bir tören alayı düzenlendi. Şehrin tüm ileri gelenleri, eşleri, kızları ve oğulları en güzel elbiselerini giymiş, süslenip püslenmişlerdi. Dionysos’un hoşuna gitmesi için başlarına asma yapraklarından örülmüş çelenkler takmış, ellerine de üzüm salkımlarıyla bezenmiş asalar almışlardı… Yanlarında uzun bir süre kalan ve kendilerine bağcılık sanatını öğreten Dionysos’un şerefine ilahiler ve şarkılar söyleyerek, Tmolos Dağı’na doğru yola çıktılar. Dağın eteğindeki bağlarda arkadaşları Bakkhantlarla neşe içinde yiyip içen, gününü gün eden şarap tanrısı, sevgili dostu Silenos’un böyle muhteşem bir alay eşliğinde geldiğini görünce çok şaşırmıştı. Şaşkınlığı biraz da onu birkaç gündür fark edememiş olmasından kaynaklanıyordu.
“Silenos! Bu ne hal? Bir kral gibi süslenip püslenmişsin! İyi ama sen burada bizimle beraber değilmiydin?” “Hayır, ey yüce Dionysos! On gün önce bir çeşme başında sızıp kalmışım. Giderken de kimse yokluğumu fark etmemiş. Bütün gece çeşmenin içinde uyumuşum. Sabah olunca köylüler beni bulup uyandırdılar, sonra da Kral Midas’a götürdüler. O da tam on gündür beni ağırlıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatımın en güzel on gününü geçirdim. Daha önce hiç bu kadar lezzetli yemekler yediğimi hatırlamıyorum. Şarap yapımını da çok iyi öğrenmişler. Midas’ın ikram ettiği erguvan renkli içkinin tadına bir türlü doyamadım. Bu gün de bu gördüğün muhteşem alayla beni sana getirdi…”
Dionysos, Midas’ın az ilerde saygı ile kendisine bakmakta olduğunu gördü. “Hoş geldin Kral Midas! Doğrusu nezaketine, misafir severliğine hayran kaldım. Sana bir lütufta bulunmak istiyorum. Dile benden ne dilersen…
Kral Midas şaşkındı. Tanrının kendisinden hoşnut kalacağını tahmin ediyordu. Ama lütufta bulunacağını hiç ummamıştı. “Dile benden ne dilersen!” Yıllardır ruhunda sakladığı en gizli arzu bu değilmiydi? İşte nihayet düşleri gerçekleşmiş, büyük tanrılardan biri kendisine dileklerinden birini gerçekleştireceğini müjdeliyordu. Peki ne dileyecekti? Hayal kurmak çok kolaydı. O güne dek o kadar çok hayal kurmuştu ki! Şan, şöhret, kudret, zenginlik, ebedi gençlik, sağlık… Ama şimdi ne diyeceğini bilemiyordu.
“Teşekkür ederim, ey Dionysos!” diyebildi sonunda. “Bu çok büyük bir lütuf. Ama beni zorlu bir seçim yapmakla karşı karşıya bıraktın. İzin verirsen önce vezirlerime danışmak istiyorum… Şarap tanrısı gülümseyerek ona istediği izni verdi.
“Şimdi hepinizden kafanızı çalıştırmanızı istiyorum!” dedi Midas vezirleriyle baş başa kaldıktan sonra. “Böyle bir talih bir daha kapımı çalmaz. Söyleyin tanrıdan ne dileyeyim?” “Elbette şan ve şöhret dilemen gerekir” diye atıldı vezirlerinden biri. “Saçma!” diye karşı çıktı bir diğer vezir. “Günün birinde ölüp gedecek olduktan sonra, şan ve şöhretin ne anlamı kalır? Ayrıca kralımızın şan ve şöhreti zaten tüm Asya ve Hellen topraklarına yayılmış durumda. Bana kalırsa ebedi gençlik ve sağlık dilemelisin kralım. Sonsuza kadar sağlıklı bir yaşam sürecek olursan, şan ve şöhretini de sonsuza dek muhafaza etmiş olursun.” “İkiniz de yanlış düşünüyorsunuz” diye araya girdi üçüncü vezir. “Şan ve şöhret sahibi olmak geçici bir durumdur. Evet, kralımız bu gün gücünün doruğunda. Ama gelecekte ondan daha güçlü birinin çıkıp ülkemizi yerle bir etmeyeceğini, hepimizi köle yapmayacağını kim garanti edebilir? Bizler ölüp gider, bu acınası utançtan kurtuluruz. Ama kralımız ebedi yaşama ve sağlığa sahip olduğu için, sonsuza kadar köle olarak çile dolduracak! Olmaz öyle şey! Bence yüce tanrıdan istenecek en uygun dilek, sonsuz zenginlik olmalı! Mesela kralımız dokunduğu her şeyi altına çevirebilsin! Bu takdirde dünyanın en büyük ordusunu donatabilir, düşmanlarını mağlup edebilir, etrafına en değerli hekimleri toplayarak ölümün bile üstesinden gelebilir.” Üçüncü vezirin ortaya attığı fikre, Kral Midas’ın da aklı yatmıştı. Aralarında bir süre daha tartıştıktan sonra Kral Midas kesin kararını verdi ve şarap tanrısının huzuruna çıktı.
“Kararımı verdim ey yüce Dionysos!” dedi. “Senden dileğim şudur: Dokunduğum her şey altın olsun!” Şarap tanrısı ona bakarak anlamlı bir şekilde gülümsedi. “Hay hay! İstediğin gibi olsun. Bundan sonra dokunduğun her şey altın olacak.” Bir müddet daha beraber oturdular. Neşe içinde çalıp söylediler. Sonra Midas, tanrının iznini isteyerek ayağa kalktı. Az sonra adamları ile birlikte, Sardes yolunu tutmuştu…
Midas son derece heyecanlıydı. Artık dokunduğu her şey altın olacaktı! Bundan böyle dünyanın en zengin kralıydı. Midas sevinçten adeta sarhoş gibiydi. Tanrının kendisine bağışlamış olduğu bu yeteneği ve eğilerek yerdeki bir dal parçasını eline aldı. İşte! Sıradan bir odun parçası ışıl ışıl bir altına dönüşmüştü. Midas bu kez yerden bir taş aldı. Ancak elini yukarı kaldırdığında avucunda duran nesnenin taş değil, bir altın külçesi olduğunu gördü. O esnada bir arazinin içinden geçiyorlardı. Her taraf altın sarısı başaklarla kaplıydı. Midas bu başaklardan bir kaçını kopardı ve elinde altın bir başak demeti belirdi… Az sonra bir meyve bahçesinin yanından geçtiler. Elma ağaçlarının dallarında kıpkırmızı meyveler sallanıyordu. Midas onlardan birini kopardığı zaman şaşkınlıkla bir çığlık attı. Kendisini Hesperidlerin bahçesinden altın bir elma koparmakla görevlendirilmiş Herkül gibi hissediyordu. Yolda yürürken Midas elindeki altın başakları ve altın elmayı inceliyor, bir yandan da Dionysos’a şükrediyordu… Dokunduğu her şeyi altına dönüştürmek, hangi insanın düşü değildi ki?..
Midas, vezirlerine mutluluğunu ifade edecek bir şeyler söylemek istedi. Ancak yanına baktığında etrafında kimselerin olmadığını fark etti. Şaşkınlıkla başını arkaya çevirince vezirlerinin kendisini beş adım geriden, alayın da on beş adım geriden izlediğini gördü. Bu arada adamların yüzünde ki tuhaf ifade de gözünden kaçmamıştı. Yeni tanrısal özelliklerim onları korkutmuş olmalı diye düşündü içinden. Her dokunduğu nesneyi altına dönüştüren bir kralla dolaşmak kolay değildi şüphesiz! Midas gururla göğsünü kabarttı ve havada uçan bir kelebeğe küçük bir fiske atarak, keyifle onun da altına dönüşmesini seyretti… Nitekim sonunda saraya ulaştılar. Bu uzun ve heyecanlı yürüyüş Midas’ın acıkmasına neden olmuştu. Saray halkını selamladıktan sonra geçip sofraya oturdu. Masanın üzeri birbirinden güzel yiyeceklerle donatılmıştı. Nar suyuna yatırılmış bıldırcınlar, incirli şarap sosunda kızartılmış ördek göğsü, yaban domuzu kızartması, zeytinyağı ve sarımsakla tatlandırılmış salatalar ve her türden meyve…
Midas önce bir bardak su içmek istedi. Ancak dudaklarına gelen sıvıyı tiksinerek püskürttü! “Bu da nesi!” diye kükredi öfkeyle. “Bardağımda neden su yok?” Midas’ın arkasında hizmet için hazır bekleyen görevliler, şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. “Bardağınıza Tmolos dağının serin kaynaklarından getirilmiş taze su doldurmuştuk efendim” dedi içlerinden biri. “O zaman gel kendin bak!” diye kükredi Midas. “Bunun suya benzer yanı var mı?” Hizmetkar bardağı eline alarak inceledi. Sıvının bir kaç damlasını avucuna döktü. “Gerçekten de bu su değil kralım” dedi. “Bana sorarsanız bu sıvı altına benziyor…”
Bu sözleri duyan Midas’ın zihninde birden bir şimşek çaktı. Doğru ya! Dokunduğu her şey altın oluyordu. Ama bu kadarı da fazla değilmiydi? Midas elini yiyeceklere uzattı. Ancak parmaklarına değen her şey bir anda altına dönüşüyordu. Bu bir felaketti! Midas ne büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Çılgınca bir öfkeye kapılarak eline geçirdiği her şeyi etrafına fırlatmaya başladı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyor, kendisine ve vezirlerine lanetler yağdırıyordu. Yemek salonunda hiç kimse kalmamıştı. Çünkü Kral Midas’ın fırlattığı altınlar ağır ve sertti. Hizmetkarlar canlarını kurtarmak için dışarı kaçmıştı… Neden sonra biraz sakinleşti. Ancak müthiş şekilde acıkmış ve susamıştı. Tekrar bir şeyler yemeyi denedi, ancak elini ve ağzını sürdüğü her şey derhal altına dönüştü. Midas, açlıktan ölmeye mahkum olduğunu anlamış ve acı acı ağlamaya başlamıştı. Derken yemek salonunun gıcırdayarak açıldığını duydu. Sevimli bir çocuk başını uzatmış içeri bakıyordu.
“Neden ağlıyorsun baba?” Midas oğlunun geldiğini görünce sevindi, yüreği ferahladı. Acısını az da olsa unutmuştu. “Buraya gel oğlum!” diye seslendi ona sıcak bir sesle. Onu sevmek, okşamak, öpmek istiyordu. Çocuk babasının sözünü dinledi ve yanına gitti. Midas sevgiyle ona sarıldı ve kumral saçlarını okşamaya başladı. Ancak eline soğuk, sert ve cansız maddenin değdiğini fark etti. Olamaz! diye geçirdi içinden. Ne olur bu gerçek olmasın!.. Ancak acı gerçekle karşı karşıyaydı ve canından çok sevdiği biricik oğlu, kollarının arasında altından bir heykele dönüşmüştü. Midas dehşetle bağırdı, ağladı, aklına gelen tüm tanrılara, özellikle de Dionysos’a, bu laneti başından almaları için uzun uzun yakardı. Yürekten gelen bu yakarışları duyan Dionysos, Midas’a yardım etmeye karar verdi. Zaten kralın büyük bir hata yaptığını en başında anlamış ve bu anın gelmesini bekliyordu… Bu arada Kral Midas oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Oğlunun altına dönüşen vücudu kollarının arasındaydı. Düşünde Dionysos’un kendisine seslendiğini duydu. “Gidip Paktalos çayında yıkan!” diyordu tanrı ona. Altınla kirlenen vücudunu ancak bu şekilde temizleyebilirsin.” Tanrının sözlerini bitirmesiyle Midas gözlerini açtı. Oğlunun altın vücudunu güçlükle sırtına vurdu ve kendini saraydan dışarı attı. Başına gelen felaket kulaktan kulağa yayıldığı için her kes ondan uzak duruyor, kimse yanına on adımdan fazla yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Bu nedenle kendisine yardıma gelen de olmadı. Midas, omzundaki yükün altında inleyerek ve terleyerek kırda yürümeye başladı. Karşıda Paktalos çayını gördüğü zaman, yorgunluğuna aldırış etmeden adımlarını hızlandırdı. Çayın kenarına gelince oğlunu dikkatle yere bıraktı, sonra yavaşça suyun içine girdi. Uzun uzun yıkandıktan sonra avuçlarına doldurduğu su ile oğlunu yıkayıp temizlemeye başladı. Suyun değdiği yerler yumuşayıp pembeleşiyor, ete dönüşüyordu. Sonunda çocuk eski haline döndü ve baba oğul sevinçle birbirlerine sarıldılar.
Bu arada Paktalos çayının kumlarının büyük bir bölümü altına dönüşmüştü. Bu haber kısa sürede kulaktan kulağa yayıldı. Altın düşkünü insanlar yıllar boyunca çayın kumlarındaki altın zerrelerini toplamak için uğraşıp durdular…
İlk yorum yapan olun