
“Altın Nine kimdi ? Onu tamamen bilmiyorum. Evimizin ebedi bir misafiri, ailenin nasılsa gelip eklenmiş ilave bir parçası. Nereden gelmişti? Esasen kimdi? Bizim neyimiz olurdu? Nasıl olup da bunları merak etmemiş, öğrenmemiştim. Eminim ki, aile çocuklarından hiçbiri bunu soruşturmaya, anlamaya lüzum görmemişti. Biz onu, bize tanıtıldığı gibi almış, böylece kabul etmiştik. Herhalde akrabadan değildi. Uşak’tan ara sıra İzmir evine gelen, bütün aile fertlerine karşı uzak duran, isteyerek ayrılan, hatta, biraz kaçınan bir hali vardı ki, onun oradan bile olmadığına beni inandırıyordu. Fakat her halde evde bir hususi ehemmiyeti, bir müstesna mevkii, aile sofrasında bir itinalı yeri vardı. Dedemle ninemin emir vermeye alışık dik seslerinde bile ona hitap ederlerken yumuşak bir hal hissederdik. Beyaz saçlarıyla büyük amcaların, büyük dayıların, yaşlanmış halaların, teyzelerin bayramlarda onun odasına kadar giderek el öptüklerini görürdük. Evin iç işlerinde onun, öyle etkili bir aracılığı vardı ki, çok defa bizleri, evin çocuklarını onun aracılığına baş vurmaya mecbur ederdi… Altın Nine unvanı hürmet telkin edici bir şeydi ki, evin havasında efendilerden, hanımlardan başlayarak, çocuklardan dolaşarak hizmetçilerin diline kadar hep sevilerek anılırdı.
Bir gün bir kavga; kavganın sonunda bir kaza oldu. Büyük babamın elmastıraş, galiba kıymetli bir nargilesi kırıldı. Bütün mesuliyet sürünün en hırçınına, en haşarısına, en afacanına aitti. Biçare kız… Onun hatırasına hürmetle adını yazmayacağım, yalnız aramızda meşhur olan lakabını yad edeceğim: Ateş…Ona zaten hep bu adı verirdik. Fakat asıl ismi icat eden büyük baba idi ve bu isim ona o kadar yakışır, onun mizacını o derece doğrulukla tasvir ederdi ki, artık aramızda kendisine başka isim verilmezdi. Yalnız Altın Nine ona – galiba incitmemek, kırmamak için- kendi ismiyle hitap ederdi. Zaten hep dikkat ederdik; en ziyade rikkat ve şefkatle muamele ettiği, daima koruduğu ve taraftar olduğu o idi. Fakat bu sefer kabahat o kadar açık, cürüm öyle meydanda idi ki, ortada mermer avlunun şurasına burasına parçaları serpilen elmastıraş nargilenin karşısında artık onu korumaya imkan yoktu. Biraz da Altın Nine kızgınlığına mağlup oldu; kızı omuzundan yakalayarak kendine doğru çekti, hep duruyorduk. Acaba birinci defa olarak Altın Nine’nin elinden bir şamar mı çıkacak diye nefesler tuttuk bekledik. Hayır, şamar değil, yalnız biraz eğildi ve sert bir sesle yüzüne şu cümleyi fırlattı :
– Akşam dedene sen cevap verirsin !
İşte o fevkalade önemli olay bu dakikada oldu. Ateş, utanıp başını eğeceğine şirretçe bir silkintiyle omuzunu Altın Nine’nin elinden kurtardı ve bir kedi hırçınlığıyla bakarak Altın Nine’nin solgun, sönük, sarı simasına müthiş bir hakaret taşkınlığıyla:
Sus, Bakır Nine ! dedi.
Donduk. Önce layıkıyla anlayamayarak birbirimizin yüzüne bakakaldık. Güya birden ortada bir gülle patlamıştı. Altın Nine hiç sesini çıkarmadı, dik bir nazarla Ateş’e baktı; dönüp amber tespihini çeke çeke, yavaş yavaş yürüdü.
Bu olaydan sonra Altın Nine bir seneden fazla yaşadı; lakin bir gün yanılıp da Ateş’e bir kelime söylemedi ve ne vakit kızı affettirmek için yanına götürseler, elini vermeye razı olmadı.
Bir gün “Altın Nine hasta” dediler, bir hafta sonra da, “Altın Nine ölecek” sözü evi dolaştı, çocukları odasına salıvermediler. Nihayet Altın Nine öldü.
O zamana kadar para olarak ne biriktirmiş ise, hepsiyle bir çeşme yapılması için vasiyeti vardı; bundan başka bir de çekmece çıktı. Bunu büyük baba açtı. İçinden dört kese çıkardı. Her birinin üstünde bir yazı vardı. “Fukaraya, kızlara, uşaklara, çocuklara…”
Büyük baba: “Çocuklar buraya gelsinler!” emrini verdi. Orada hazır bulunmayanlar da geldikten sonra kesenin içinden kâğıt parçalarına sarılı ve hepsinin üstü çocukların isimleriyle yazılı birer küçük şey çıkardı, birer birer okuyarak herkese dağıttı.
Bütün çocuklar halka olmuş, elimizde Altın Nine’nin bu hediyesiyle, fakat onu açmaya cesaret edemeyerek duruyorduk. Keseden son kâğıt da çıktı. Büyük baba: “Ateş, bu da senin. Hem bak, sana Altın Nine birinci defa olarak, Ateş demiş…” dedi. Sonra hepimize bakarak ilave etti:
– Açın bakalım sizlere ne bırakmış?
Titrek parmaklarla kağıtları açtık, hepimizin elinde birer beşibirlik altın vardı. Gözlerimizde bir tebessümle bakışıyorduk, yalnız Ateş hiddetle avucunu sıkıp, çıkan şeyi göstermemeye çalışıyordu, büyükbaba ona hitaben: “Avucunu aç, göster!” dedi.
Ateş yumruğunu uzatarak açtı; onun avucunda da kocaman bir bakır kuruşluk vardı.”
Halit Ziya Uşaklıgil
İlk yorum yapan olun